Av. Güneş Gürseler
Dünyamızda kavramlar, ideolojiler hızla değişiyor. 20 yıldır başlayan bu hızlı değişme dünyamızın yeni bir çağa doğru yaklaştığı tartışmalarını da beraberinde getirdi.
Teknoloji çağına mı giriyoruz? Bilgisayarlar çağında mıyız? İletişim çağına girdik mi? Kent devletlerine giden yolda mıyız? Yoksa değişim “çevresel çöküş” mü?
Değişim tartışmaları yapıladursun gözlerimizi kapayamayacağımız bir gerçek dünyamızı hızla sarıyor. Yalnızca dünyamızın biçimi ve ilişkileri değişmiyor, dünyanın kendisi de büyük bir değişim içinde, soluduğumuz hava değişiyor, içtiğimiz su kirleniyor, üzerine bastığımız bereket kaynağı toprak bozuluyor. Bütün bunlarla birlikte, canlı yaşam sistemlerinde de tehlike çanları çoktan çalmaya başladı.
Hangi çağa girersek girelim, 2000’li yılların temel gündemi çevre sorunları olacaktır. Bu gerçeği görmek, uzun dönemli politikalarımızı bu gerçeğe göre çizmek durumundayız.
Çevre sorunlarının ortaya çıkışı yeni değil.
İsa’nın doğumundan çok önce yakın doğunun uçsuz bucaksız ormanları, insanların tarımsal etkinlikleriyle açık arazilere dönüştürülmüş ve rüzgâra karşı korumasız kalınca, yüzyılların erozyonunu da etkisiyle kısa zamanda susuz çöle dönmüştür.(1)
Çevre sorunları yeni olmamasına karşın insanlığı ve bütün canlı yaşam sistemlerini tehdit edecek boyutlara gelmesi yenidir. Ozon tabakasının delinmesi, sera etkisi, denizlerin ve su kaynaklarının kirlenmesi, ormanların yok olması, asit yağmurları, erozyon, dünyamızı teslim almaya alışan bir düşman ordusuna dönüşmüştür.
Bütün bu sorunlar birbirini destekleyerek büyüyor. Dünya bugün, ekonomik karşılıklı bağımlılıktan ekolojik karşılıklı bağımlılık aşamasına, hatta onun da ötesinde her ikisinin iç içe geçtiği bir aşamaya gelmiş bulunuyor.(2)
Dünyada yaşanan globalleşmeye dayanan bu hızlı gelişme, yeni kavramları gündeme getirmemizi ve tartışmaya başlamamızı gerekli kılıyor;
EKOSANTRİK Mİ?
EGOSANTRİK Mİ?
Çevreye bakışımız bugüne kadar hep insan merkezli egosantrik olmuştur. Bu insanı öne çıkaran, bütün kuralları bu merkeze göre kuran bir anlayıştır. Oysa insan, çevrenin bir parçasıdır. Hem de “ayrılmaz parça” niteliği taşımayan rastgele bir parçası.
(*) Yeni Kavramlar konusunda daha geniş bilgi için bakınız; Güneş GÜRSELER, Dikkat Dünya Tektir. Ümit Yay. ,1992.
Doğal denge bizim dışımızdadır. Bizim hiçbir davranışımıza gereksinimi olmadan da sürmektedir. Bizim tek yaptığımızsa doğal halkayı bir yerde kesmek, kırmak, koparmak ya da bozmaktır. Bu nedenle artık çevreye bakışımız, çevre merkezli (EKOSANTRİK) olmak zorundadır.
Görmezden geldiğimiz, bir türlü kabul edemediğimiz gerçek, doğayı insana karşı korumak zorunda olduğumuzdur. 18.yy da ancak 1 Milyara ulaşan dünya nüfusu, sadece 192 yılda yaklaşık 5 Milyar artarak 6 Milyara ulaşmıştır. Daha 21. yüzyılın yarısı olmadan nüfusun 10 Milyara ulaşacağı varsayılıyor. Bu en büyük işgal ordusudur; tüketip üreyen ve üredikçe tüketen bir ordu. İşte bu ordunun baskısından dünyayı korumak zorundayız. Hızla artan nüfusun barınması, beslenmesi, temel gereksinimlerinin giderilme baskısı doğal kaynaklara yöneliktir. Oysa ne yeni toprak parçaları yaratabiliriz ne yeni denizler oluşturabilir ne de yeni bir gökyüzü bulabiliriz; var olanı daha çok insanla paylaşmak, bu paylaşımı sürekli ve sağlıklı kılabilmek için de doğayı artan nüfustan korumak zorundayız. İnsan, kontrol edilemeyen nüfus artışıyla doğal dengeleri bozup dünyanın geleceğini tehdit ederken, aslında soyunun ayakta kalabilmek için bağımlı olduğu çevreyi yok etmektedir.
Çevre, gelişmenin hem kaynağı hem de sınırıdır. İnsan soyunun devamı da doğanın kendisini yenilemesine fırsat verilecek şekilde kullanılmasına bağlıdır. Çevreyi sınırsız kullanabilme ve tüketebilme anlayışının geçersizliği kanıtlanmıştır. Bu anlamda temel yaşam sistemleri dediğimiz su, hava ve toprağın; bunlara bağlı canlıların varlıklarını sürdürebilmeleri de insan etkinliklerine bağlıdır. Suyun ve havanın temizliği; hayvanların ve bitkilerin varlığı, toprağın niteliğini korumasının insan davranışlarıyla doğrudan ilgisi vardır. İşte bu konumdaki insanın yeri, çevrenin merkezi değildir. İnsan çevrenin dışındaki kenarında ama varlığını sürdürebilmesi doğrudan çevreye bağlı bir yerdedir. Bu nedenle çevreye bakışımızı artık değiştirmeliyiz. Çevreye bakışımızda insanı çevrenin merkezinden çıkarmalıyız. Bakışımızın çevre merkezli (EKOSANTRİK) olmasını sağlamalıyız.
ULUSLARAŞIRI EKOLOJİ
“Uluslaraşırı ekoloji” kavramı son yıllarda gündemimize girdi. Çevre ve çevresel politikalarla ilişkin kaygılar, artık ulusal sınırları aşmıştır. Geleneksel ulusal egemenlik yaklaşımı etkisiz ve yetersiz kalmaya başladı. Ortak ekosistemlerin, örneğin okyanusların, uzayın ve Antarktika’nın ya da daha yerel boyutta iç suların birlikte yönetimi gündemdedir.
Bugün insan soyunun doğal yaşama çevresi tehlike altındadır.
Sorun bu kadar küreselleşmiştir ve hiçbir insanın bu sorundan kendisini soyutlaması düşünülemez. Bu nedenle sorun; tüm insanların, tüm ulusların tüm ülkelerin ortak sorunudur. Ekoloji ya da çevre, ulusların aralarındaki ilişkilerle düzenlenebilecek sadece bu ilişkilerle sınırlandırılabilecek bir boyutta değildir. Çünkü ekoloji uluslaraşırıdır. İnsanlığın ortak koruyuculuğundadır. Ne tek bir insan ne de tek bir ulus doğayı tek başına koruyup geliştiremez. Küresel birliktelik ruhu ortak geleceğimizin ön koşuludur.
Hazar Denizi, Akdeniz, Marmara Denizi, Karadeniz, Nil Nehri, Tuna Nehri, Baykal Gölü, Amazon Ormanları, sulak alanlar; bütün bunlar küresel servetimizin birer parçası, gezegenimizin ortak değerleridir. Bu değerleri korumak için küresel birliktelik ve uluslararası işbirliği dışında bir seçenek düşünülemez.
Uluslaraşırı ekoloji kavramı bütün farklılıklarımızı unutturmaktadır. Yeni bir inançla ve yeni bir düzenle insanlar arasında ortak bir çevre anlayışı oluşturabilmek ve bunu ülkeler, bölgeler arasında yoğunlaştırmak yolunda yeni olanaklar tanımayı kapsamaktadır. Böyle bir anlayışla çevreyi koruyabilmek için yapılması gereken işbirliği, bilim ve teknolojinin tüm olanaklarını kullanmayı, bütün gücü bu alana yöneltmeyi gerekli kılmaktadır. Ancak bu noktada temel sorun, çevreyle ilgili yapılanmalara kaynak ayırmadır. Kaynak ayırmak ise durumu hemen politikleştirmekte; bilimsel kaygılar yerini ekonomik ve siyasal tercihlere bırakmaktadır. Bu da hem ulusal hem de uluslaraşırı boyutta kaynak ayırımı çatışmasının doğması demektir. Bu tür çatışmaları aşabilmek ve ortak tehlikeyi birlikte göğüsleyebilecek kararlılığa varabilmek için uluslaraşırı ekoloji kavramına gereken değeri vermek zorundayız.
ÇEVRESEL GÜVENLİK
Geleneksel tanımında ulusal egemenliğe karşı siyasal ve askeri tehditler olarak ifade edilen “güvenlik” kavramı, günümüzde bu tanımla sınırlı kalmış mıdır? Ulusal güvenliği ve ulusun sürekliliğini yaşanılan çevre bunalımı mı, yoksa komşu ülkeler mi tehdit etmektedir? Ya da daha geniş düşünürsek, dünyayı ve insanlığı topluca tehdit eden güç bugün için nedir? Dünyayı tümüyle yok edebilecek askeri tehdit bugün geçerli midir?
Günümüzde savaşlar, bloksuzlaşmanın yarattığı denetimsiz ortamdan da yararlanarak küçük bölgesel çatışmalar halinde olmaktadır. Geçmişte bu tür çatışmalara süper güçler müdahale ediyor ve belirli bir sonuç alınabiliyordu. Günümüzde ise kendi yakın taraflarına engel olacak iki süper güç bulunmadığı için, bu bölgesel çatışmalar daha uzun sürebilmektedir. Gelecek için görünen, Birleşmiş Milletlerin daha etkin ve güçlü bir konuma geleceğidir. Yani, sonuçta dünyayı tümüyle yok edebilecek bir askeri tehdit olası değildir. Ülkeler arası çatışmalar da Birleşmiş Milletlerin gücünün arttırdığı oranda yöresel müdahalelerle çözümlenecektir.
Dünyada bloksuzlaşma, yumuşama ve küreselleşme yaşanırken, artık insanlar nükleer bir tehdidin kalmadığına sevinirken kapıyı çalan bir başka tehlike, henüz tam anlamıyla kavranmış değildir.
Derinleşen ve genişleyen çevre bunalımı tüm insanlığı etkisi altına almış ve tüm dünyayı kaplamış durumdadır. Çevresel bunalım hem ulusal güvenliği hem de ulusun sürekliliğini tehdit ediyor. Bugün için dünyayı tümüyle ortadan kaldıracak bir nükleer tehlike yok ama ozon tabakasının delinmesi, sera etkisi, kuraklık, ormansızlaşma, çölleşme ve su kaynaklarının kirlenmesi insanlığı tümüyle yok edebilecek ortak tehditler olarak gündemdedir. İşte çevre baskısının giderek büyüyen etkileri, böyle bir tehdit karşısında insanların yeni bir güvenlik kavramı oluşturmasını gerekli kılmaktadır.
Bugünün güvenlik kavramı “ÇEVRESEL GÜVENLİK” tir. Çevre baskısının giderek büyüyen etkileri, derinleşen ve genişleyen çevre bunalımını dünyayı ve insanlığın geleceğini tümüyle tehdit eden bir boyuta getirmiştir. Artık, dünyanın ve insan yaşamının sürekliliği yeryüzü ekolojisini ve temel yaşam sistemlerinin varlıklarını devam ettirebilmelerine bağlıdır.
Başka bir deyişle ortak tehdit, artık askeri değildir ya da çevre güvensizliğinin, çevresel bunalımın askeri bir çözümü yoktur. Dünyanın ve insanlığın ortak düşmanı, çevresel bunalımdır. Bu ortak düşmana karşı, ortak bir güvenlik sistemi oluşturmak gerekmektedir.
İşte bu nedenle günümüzde “güvenlik” kavramı çevre baskısının giderek büyüyen etkilerini yöresel, ulusal, bölgesel ve küresel olarak içerip “ÇEVRESEL GÜVENLİK” boyutuna gelmiştir.
İnsanlık, artık bu ortak düşman karşısında yeni bir anlayışla kaynak ayırmak, politika oluşturmak, plan yapmak ve örgütlenmek zorundadır.
Bu düşman karşısında topluca seferberliğe girişebilmekte en büyük zorluk, insanların düşmanını tanımaması, küçümsemesidir. Düşmanı karşımızda gerçek ve somut biçimiyle hissetmediğimiz için önemsemiyoruz. Bu düşmanın oluşması ve tanınması yavaş; savaş ise oldukça uzun süre istiyor. Böyle bir düşmana karşı ortak seferberliğe girişmek, bu seferberlik için de yeni bir güvenlik sistemi oluşturmak zorundayız.
Bir sınıra geldiğimizi ve temel yaşam sistemlerinin sürebilmesi için bir dengeyi kurmak zorunda olduğumuzu kabul etmeliyiz. Bugün bulunduğumuz yeri koruyamıyoruz. Her gün daha geriye giderek yeryüzünün dengelerini bozmaktayız.
Dünyadaki bütün ülkeler ve savaşan kesimler silahlanma harcanan para ile yoksulluğu azaltıp güvenli bir çevre yaratmaya harcanan paranın karşılaştırmasını yapmak durumundadır.
Çevresel tehlikeler ve yaygınlaşan yoksulluğun yarattığı tehditleri gidermede kullanılabilecek kaynaklar, dünyanın her yanında silahlara yönlendirilmektedir.
Askeri harcamaların global rakamı yılda 900 milyar dolar olup, sürekli artmaktadır. Birçok ülkede askeri harcamalar ulusal gelirin büyük bir oranını tüketmekte, gelişmeyi engellemektedir. Köhneleşmiş “güvenlik” anlayışı, bu yanlışın sürdürülmesinde en büyük etkendir.
Dünyanın yeni düzeni dikkate alındığında uluslar askeri harcamalarında indirim yaparak tasarruf edilecek miktarları gezegenin savunmasına ayırmalıdırlar.
Silahlar, şimdiye kadar politikada da ekonomide de bir araçtı, ama artık amaca ters düşer hale geldiler. Ekonomiyi tüketen, siyasal açıdan güvenilmez bir yük oldular.
Ortak Geleceğimiz raporunda da belirtildiği gibi dünyamız 1985’te askeri amaçlarla 900 milyar dolar harcama yapmış bulunuyor. Günlük harcamayı hesaplarsak bir güne 2.5 milyar dolar düşmektedir. Güvenlik değerlendirmelerine daha geniş bakmak zorundayız. Bu durumda, çevresel güvenlikle ilgili birçok olayda, askeri harcamaların çok altında küçük harcamalarla güvenliği arttırmanın mümkün olduğu görülecektir.
ÇEVRE HAKKI
Yaşanılan çevre bunalımının gündeme getirdiği yeni kavramlardan birisi de “ÇEVRE HAKKI” dır. Giderek yok olan çevre değerleri, insanlığı böyle bir kavramı gündeme getirip yaşama hakkını korumada yeni bir arayışa girmeye zorlamıştır.
Çevre hakkının yer aldığı ilk uluslararası metinlerden birinin, 1972 Stockholm Bildirisi’dir. Bildirinin birinci ilkesi “İNSANIN RAHAT YAŞAMASINA İZİN VERECEK BİR ÇEVRE KALİTESİ İÇİNDE, ÖZGÜRLÜĞE, EŞİTLİĞE VE YETERLİ YAŞAM KOŞULLARINA HAKKI VARDIR.” biçimindedir. Bu ilkenin bildiride yer almasıyla çevre hakkı konuşulmaya, üzerinde düşünülmeye başlandı ve giderek bu hak çeşitli anayasalarda yer aldı.
İnsan hakları bütün insanlara, insan oluşlarından dolayı tanınması gereken haklar bütünüdür. Çevre hakkı, bütününün içinde en temel insan hakkı olan yaşam hakkının, insan olmanın bir uzantısıdır.
Çevre hakkı, insan hakları kavramının gelişimi sürecinde üçüncü kuşak insan hakları olarak sınıflandırılan DAYANIŞMA HAKLARI içindedir.
Çağdaş gelişimde insan haklarının belirli ayrımlara bağlı tutulmasının temel ayırıcı özelliği devletin bu haklara olan uzaklığıdır. Birinci kuşak insan hakları devletin karışmayacağı bir alanı (temel hak ve özgürlükleri); üçüncü kuşak insan hakları grubunda sınıflandırılan Dayanışma Hakları ise; belirli bir topluluğun yaşam düşüncesini yansıtır ve bu nedenle bu sadece devletin ya da insanların davranışlarıyla oluşmaz. Buna karşılık bireylerin, devletin, kamu ve özel sektör kuruluşları gibi diğer gruplardan tümünün çabalarının birleştirilmesiyle gerçekleştirilebilir. Dayanışma hakları ya da özgürlükleri denmesinin nedeni de budur. Gerçekleşmeleri büyük ölçüde toplumda yaşayan herkesin çabalarını birleştirmesine yalnızca devletin değil kamu ve özel tüm kuruluşların, yerel yönetimlerin, bireylerin, toplumların katkılarına, birlikte davranmalarına büyük ölçüde bağlı durumdadır.
Dayanışma haklarının genel kabul gören sıralaması şöyledir;
-Kalkınma hakkı,
-Sağlıklı ve ekolojik bakımdan dengeli bir çevre hakkı,
-Barış hakkı,
-İnsanlığın ortak mirasından yararlanma hakkı.
Bu sıralama bile Dayanışma Haklarının gerçekleşmesinin sadece bir kesime bağlı olmadığını, toplumun tüm kesimlerinin birlikteliğini ve katılımını gerektirdiğini göstermektedir.
BARIŞ HAKKI: Bu hak, insanlığı tehdit eden savaşa karşı tüm insanlığın birlikteliği ile gerçekleşebilir. Barış hakkı, yalnızca savaş olmamasını değil, barışın sürekli kılınması için nükleer silahlardan arındırılmış bir dünyayı da içerir.
KALKINMA HAKKI: Ulusların ve geri kalmışlığı tüm diğer önemli sorunların kaynağıdır. Geri kalmışlık insan haklarının kullanımında önemli bir engeldir. Bu engellerin ortadan kalabilmesi, bir ulusun tek başına başarabileceği bir olay değildir. Uluslar arası birliktelik, kararlılık ve yardımlaşma gerekir.
İNSANLIĞIN ORTAK MİRASINDAN YARARLANMA HAKKI: Dünyanın ve uzayın herkesin ulaşamadığı yerler, sadece oralara ulaşanların, bu olanağı bulabilenlerin tasarrufunda olamaz. Tüm insanlığın bu ortak mirastan ortak zenginlikten yararlanma hakkı vardır. Ancak bu hakkın gerçekleşebilmesi de bu yolda tüm bireylerin, kurum ve kuruluşların birlikteliği gerektirir.
Bu değerlendirme içinde çevre hakkı da sağlıklı ve dengeli bir biçimde yaşama hakkını ya da insancıl yaşam koşullarını tehdit eden her türlü çevre sorunlarının yaratılmasına karşı direnme hakkını içermektedir.
Çevre hakkının hızla geliştiğini söyleme olanağı yoktur. Henüz tüm devletlerin anayasalarında yer almamıştır. Ayrıca çevre hukuk da henüz çok yeni bir hukuk dalı olduğu ve gelişmesini sürdürdüğü için kavram ve uygulama konusunda eksiklikler sürmektedir.
Çevre hakkının hızla gelişimi, çevre bilincinin artmasıyla birlikte çevre hukukunun gelişmesine ve bu konuda küresel bir işbirliğine bağlıdır.
Çevre hakkının ayırıcı başka bir özelliği de yararlananların sadece bugünkü kuşaklar olmamasıdır. Çevre hakkı, bugünkü kuşakları olduğu kadar, hatta daha da fazla gelecek kuşakları ilgilendirmektedir. Bu nedenle, çevre hakkının yararlanıcıları arasında gelecek kuşaklar önemli bir yer tutmaktadır.
Çevre hakkı, sahibine birtakım ödevler de yükler, çevre hakkı ile sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahip olan birey, aynı zamanda böyle bir çevreden yararlanabilmek için onu korumak, geliştirmek ve yönetmekle ödevlidir. Tüm bireylerin çevre hakkı vardır. Fakat aynı bireyler, çevreyi de bozmama yükümlülüğü altındadır.
Çevre hakkı, aynı grupta olduğu Dayanışma Haklarıyla diğerlerinden daha farklı ilişkidedir. Savaşın yarattığı çevre sorunları nedeniyle barış hakkının çiğnenmesi, çevre hakkının da çiğnenmesi sonucunu doğurmaktadır. Dengeli ve sürdürülebilir bir kalkınmanın gerçekleşmemesi kalkınma hakkını ortadan kaldırmakta, kalkınma gerçekleştirilemeyince çevreye baskı artmakta ve çevre hakkı da çiğnenmektedir. Ayrıca, insanlığın ortak mirasından, örneğin okyanuslardan yararlanılabilmesi, okyanusun varlığına ve buradaki doğal dengenin sürmesine bağlıdır.
Günümüzde gelişen özgürlük anlayışı içinde çevre hakkı, bazı önemli haklarla çatışan ve onları sınırlayan bir özellik taşımaktadır. Bütün serbest piyasa koşullarının önünde en önemli engel çevre hakkıdır. Günümüz ekonomisi devlet müdahalesini dışlarken, çevre hakkı sınırladığı haklar sayısını her geçen gün arttırmaktadır. Serbest piyasada devlet müdahalesi yoktur, ama çevre müdahalesi ve çevre hakkının baskısı vardır. Örneğin, günümüzde mülkiyet hakkının önündeki en önemli sınırlama, çevre hakkıdır.
Yalnız buradaki sınırlamayı, haklara yine bir içerik kazandırmak olarak yorumlamamız gerekir. Haklar doğrudan kısıtlanmamakta, fakat insanlığın içinde bulunduğu çevre sorunları, tüm kararlarda çevrenin belirleyici etken olarak ortaya çıkması, bu haklara yeni bir içerik kazandırmaktadır. Örneğin, mülkiyet hakkı tümüyle kısıtlanmamakta, fakat çevreye zarar verecek biçimde kullanılmasına belirli sınırlamalar getirilmektedir. Motorlu araçtan arsaya, fabrikadan tarlaya kadar tüm mülkiyet hakkı sahipleri bu haklarını kullanırken bu hakkın günümüzde kazandığı içeriği görmezden gelemeyeceklerdir. Araç sahibi, aracını egzozu havayı kirletmeyecek biçimde kullanmak durumundadır; tarla sahibi tarlasını tarım dışı amaçla kullanamayacaktır. Kıyada arsası olan Kıyı Yasa’sındaki sınırlamaları dikkate alarak arsasından yararlanabilir. Bütün bunlar kısıtlama niteliğinde değildir. Yapılan, mülkiyet hakkının yeni bir içerikle çevreye zarar vermeden kullanılmasıdır. Hak ortadan kalkmamış ya da kullanıma belirli alanlarda yasaklar getirilmemiştir. Fakat, hak kullanılırken tüm yurttaşların çevre haklarını kullanabilecekleri bir ortamı hazırlanması amaçlanmaktadır.
Çevre hakkı, öteki insan hakları üzerinde giderek artan etkilere sahip olmaktadır. Bu bir anlamda sınırlama, diğer hakların alanların daralması olarak kabul edilebilir. Fakat asıl kabul edilmesi gereken gerçek, çevre hakkı bunları yaparken insanın tüm özgürlüklerinin somutlaştığı, yaşam hakkının doğrudan konusu olan çevreyi korumakta, genişletmektedir. Bu alanda yarattığı özgür ortam, temiz hava soluyabilmek, içecek su bulabilmek gibi yaşam hakkının uygulanma olanaklarının ortaya koymaktadır.
Çevre hakkından kaynaklanan sınırlamalar ya da çevre hakkının kazandığı boyut nedeniyle diğer insan haklarının içerik değiştirmesi, bir süre daha devam edecektir. Örneğin plastik üretiminde bugün sadece gıda maddeleri ambalajında getirilen sınırlama ve depozito uygulaması, yarın doğada yok olmayan plastiklerin ambalaj sanayiinde kullanılmaması gibi bir boyuta ulaşacaktır.
Bugün belirli koşullarla tarımsal alanlar üzerinde kentsel ve endüstriyel yerleşime izin verilebilirken, yarın tarımsal alanların tarım dışı amaçlarla kullanımı tümüyle yasaklanacak, hatta bu toprağın sahibi tarafından tarımda kullanışı bile denetlenecek, yönlendirilecek ve sınırlanacaktır. Toplu taşıma araçlarının gelişmesiyle belirli güzergahlarda özel araçların kullanımı sınırlanacaktır. Bütün bunlar sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşam arzusu sonunda, çevre hakkının baskısıyla olacaktır.
Gelişmekte olan ‘’kente karşı suç’’ ‘’kent suçu’’ gibi kavramlar da çevre hakkının kent yaşamında getirdiği sınırlamaların sonucudur. Kentli, yaşadığı kenti korumak, kent kültürünün ve değerlerinin gelişmesini sağlamak, aynı kentte yaşayanlarla ilişkisinde bu anlayışı öne çıkarmak zorundadır.
Bütün bunlar bir başka gerçeği daha ortaya çıkarmaktadır. Evet, çevre hakkı insan hakları arasında ve üçüncü kuşak insan hakları içinde bir dayanışma hakkı olarak kabul ediliyor. Fakat çevre hakkı öteki insan haklarından oldukça farklıdır. Yalnızca insana özgü değildir. Yalnız insanı değil, her şeyi kapsar. Çevre hakkı kullanıldıkça geliştikçe doğa aydınlanır, çevre korunur, gelişir, sular bozulmaz, ormanlar tükenmez, hayvanlar ölmez. Ağacın da suyun da kuşun da kurdun da hakkı vardır, yani çevre hakkı insanıyla, taşıyla, toprağıyla yerkürenin hakkıdır. Zaten çevre hakkın insanlara yüklediği ödevler de yerkürenin haklarını yerine getirmeye yöneliktir.
İnsanlar bu noktaya gelmiştir; kendi soyunun devamı için yerküreye hak tanımak, bu hakka saygı duymak ve korumak gerekmektedir. Hayvan hakları da bu anlayışın günümüzde gerçekleşen örneğidir. Fakat hayvan haklarını değerlendirirken, sadece evcil hayvanları dikkate almak doğru değildir. Yeryüzündeki bütün hayvanlar hak sahibidir.
Kısacası, çevre hakkı; insanı insan yapan öteki hakların oluşturduğu birikimle ortaya çıkan, bu hakların kullanılabileceği ortamın devamını sağlayan, hak sahibine ödevler yükleyen ve diğer hakların kullanılmasına da çevresel gözle değerlendirmesini isteyen yaşamsal bir gerçektir.
SÜRDÜRÜLEBİLİR KALKINMA
Çağdaş çevre politikasının ekonomik temeli, sürdürülebilir kalkınmadır. Her türlü kararın alınmasında, ekonomik ve çevresel boyutun bütünleştirilmesi anlamına gelen sürdürülebilir kalkınma, bugünün gereksinimlerini ve beklentilerini, gelecek kuşakların gereksinimlerinden ödün vermeksizin karşılamanın yollarından birisidir.
Daha çok büyüme amacıyla hareket eden ve bu amaca ulaşmak için çevreyi tahrip eden ekonomi politikası, kalkınmanın kaynağı olan çevrenin sonunu getirecektir. Sürdürülebilir kalkınma anlayışındaki ‘’gelişme’’ kavramı, sadece niceliksel gelişmeyi değil, mal ve hizmet üretimindeki fazlalığı değil, mal ve hizmetlerin yüksek standardını, temiz ve sağlıklı bir çevreyi, parayla ölçülemeyen her türlü yaşam kalitesi arttırıcı unsuru içermektedir.
Dünya, küresel ekonomiyi tehdit eden bir çevre bunalımının eşiğindedir. Besin için gerekli orman, yeşil alan, balıkçılık ve tahıl alanları gibi biyolojik sistemler endüstri için gerekli olan hammadde çeşitleri, dünyanın birçok yerinde yok olmaktadır. Dünyanın değişen koşullarına ekonomiyi, ekonomik politikaları ve kalkınma stratejilerini uydurmak gerekir.
Kalkınmanın süreklileştirilmesi, ülkelerin tek başlarına başarabilecekleri bir iş değildir. Sürebilen bir kalkınma politikası, dünya üzerinde bütüncül olarak uygulanabilir ve ancak o zaman başarıya ulaşabilir. 1985-2000 yılları arasında gelişmiş ülkelerin kişi başına tüketim alışkanlıklarını sorgulayamadığımız sürece, sürekli ve dengeli bir kalkınma sürecine erişmek hedefi hayalden öte bir anlam taşımaz.
Kıt kaynakların nasıl kullanılacağı sorunuyla ilgilenen bilim dalı, yalnızca ekonomi değildir. Çevrebilim (ekoloji) de aynı sorunla uğraşıyor. Kıt kaynaklarla nasıl üretim yapılacağı ve bu üretimin nasıl bölüştürüleceği ekonominin konusu iken, kıt kaynaklarla yapılan üretimin süreklileştirilmesi, kıt kaynakların yok edilmesinin önlenmesi ve çevre yıkımının en aza indirilerek ekonomik büyümenin süreklileştirilebilmenin sağlanması da çevrebiliminin ilgi alanındadır. Ekonomi ve çevrebilim ilişkisi de buradan kaynaklanmaktadır.
Adam Smith’ ten bu yana, klasik iktisadın çevreye bakışında ‘’serbest mal’’ anlayışı egemendir.
Zamanla bu kaynakların kıt kaynaklar olduğu anlaşılmaya başlanarak önce toprak sonra suyun elde edilmesinin de maliyeti olmaya başlayınca, bunlar serbest mal olmaktan çıktı. Ancak, havanın bölünemez niteliği nedeniyle maliyetin saptanması ve alınıp satılması söz konusu edilemeyeceği için hala serbest mal sayılmaya devam edilmektedir.
Liberal ekonomistler, serbest mal olarak gördükleri çevre mallarının tükenme ve yıkımının nasıl önleneceği sorununu görmezden gelmişler, üretim koşulları ile niteliği üzerindeki uğraşılarını, tüketimin niteliğini belirleme konusunda göstermemişlerdir. Çevre sorunlarının ortaya çıkmasının temel nedenlerinden biri de, kar maksimizasyonuna dayalı, doğal kaynaklar ve çevreyi serbest mal olarak görerek elden geldiğince tüketmeye çalışan ekonomi politikası olmuştur. Her şeye karşın daha çok büyümek ve bunun için daha çok üretmek amacıyla hareket eden kalkınmacı anlayış; 1917 sonrasında dünyadaki ekonomik ve siyasal düzende fiili olarak yerine alan sosyalist ülkelerce de benimsendi. Özellikle Stalin döneminde kalkınmacı anlayışın yerleşmesi nedeniyle, sosyalist ülkeler de geniş çaplı çevre sorunlarıyla karşılaştılar. Çevre sorunlarının kaynağı yalnız kapitalist toplum olmakla kalmadı, sosyalist toplumlardaki kalkınmacı anlayış da bu olumsuz çevre koşullarının yaratıcısı olarak tarihteki yerini aldı.
Ekonomi ve çevre ilişkisi yalnızca çevre sorunlarının yaratılmasında değil, önlenmesinde de gündeme gelmektedir. Çevresel atıkların dönüştürülmesi ve bozulan çevrenin tedavi edilmesinin yanı sıra, çevre kirliliği yaratmayan teknolojiler kullanılmasının da, çevre-ekonomi ilişkilerinin olumlu anlamdaki görüntüleri olarak değerlendirilmesi gerekir. Temiz teknolojilerin seçilerek kullanılması, bu teknolojilerinin kullanımının özendirilmesi, kredilendirilip teşvik edilmesi, hep bu anlamdaki çevre ve ekonomi ilişkisinin önemli öğeleridir.
Yaşamak için üretmek, üretmek için de tüketmek zorundayız. Bu nedenle, çevre sorunlarını tümüyle önleyip hiç ortaya çıkmamalarını sağlayacak toplumsal ve ekonomik düzen hayaldir. Ancak hem üretip tüketerek hem de çevremizi yok etmeden ve geri dönülemez ölçüde yakıp yıkmadan yaşamak mümkündür. Bunu başarabilmenin yolu ise sürdürülebilir kalkınma anlayışının yaşama geçirilmesinden geçer. Sürdürülebilir kalkınma anlayışı, Toffler’in 4 ‘’üreketeci’’ (üretici ve tüketici sözcüklerinden türetilmiş; üre-keteci) kavramının ardında yatan ‘’kendi mal ve hizmetlerini üretip tüketen insanlardan’’ oluşmuş bir toplumu ifade etmez. Fonksiyonlarının aynı ellerde toplanmadığı, fakat kalkınmanın kaynak tabanının sürdürülebilirliğini güvence altına alan yeni bir düzeni temsil eder.
YENİ ÇEVRESEL DÜZEN
Günümüzde yapılması gereken, çevre-ekonomi ilişkisini kurup ekonomik karşılıklı bağımlılığı aşarak dünya ekonomisi ile yeryüzü ekolojisini kaynaştırmaktır. Dünya, bugün bu aşamaya gelmiştir. Dünya ekonomisi ile yeryüzü ekonomisi birbirine geçmiş durumdadır. Hem bugün hem de gelecekte söz konusu olarak bağımlılık, ‘’ekolojik bağımlılık’’, yeryüzü ekolojisine olan bağımlılıktır.
Dünyadaki teknolojik gelişmeler, ülkelerin siyasal sınırlarını fiilen geçersiz kıldı. Ancak bu sınırları çok daha önceden geçersiz kılan, çevre sorunlarıdır. Yalnızca çevre sorunları da değil, çevre değerleri, doğal kaynaklar, denizler, uluslararası akarsular, göçmen kuşlar, hava; hepsi insanlığın ortak değerleri olarak sınır tanımıyorlar. Bu sınırsızlık, dünya ekonomisiyle yeryüzü ekolojisi arasındaki karşılıklı bağımlılığı daha da arttırıyor.
Yeryüzü ekolojisi kavramını bu karşılıklı bağımlılık içinde iyi değerlendirmek ve dünya ekonomisini de bu değerlendirme içinde tanımlamak gerekiyor. Yeryüzü ekolojisi dendiğinde ülke sınırları olmayan, tüm yeryüzünü ve atmosferi kapsayan bir tanımlama yapıyoruz. Bir ülkenin ekolojik sınırlarını çizmek, daha doğrusu ülkenin siyasal sınırlarına ekolojik sınırlarını uydurmak olanağı yoktur.
Bir kısım çevrecilerin ‘’ekolojik gölge’’ dedikleri (5), ekolojik uzantı ya da ekolojik bağımlılık da diyebileceğimiz gerçeğin içinde okyanuslar, atmosfer gibi dünyanın ortak malları (küresel kamu mülkleri, global müşterekler) vardır. Bir ülkenin ekolojik uzantısı, başka ülkelerden ve dünyanın ortak mallarından sağladığı çevresel kaynaklardır. ‘’Global müşterekler’’ ve ‘’küresel kamu mülkleri’’ ya da dünyanın ortak malları, paylaşılan ekosistemler, yani gezegenin bütün ulusal sınırlar dışında kalan yerleridir.
Bunların sürdürülebilir gelişmesi, ancak uluslararası iş birliği ve ortak çıkarlar adına yapılacak düzenlemelerde, gözetme, geliştirme ve yönetme yöntemleriyle sağlanabilir. Fakat unutulmaması gereken, tehlikede olanın sadece bu ortak mallar ve bunların sürdürülebilir gelişmesi olmadığıdır. Bütün ulusların sürdürülebilir gelişmesi tehlike altındadır. Bunun için, global müştereklerle ilgili olarak devletlere hak ve görevleri yönetecek, kabul edilmiş, uygulanabilir adil kurallar, bunların uygulanmasına yönelik örgütlenmeler gereklidir. Bu tür düzenlemeler olmadığı zaman, tükenebilir kaynaklar üzerindeki baskı artacak ve ekolojik bütünlük bozulacaktır.
İnsanlık belirli bir dönemeçtedir. Bu gerçeklerin bilinciyle okyanusların, uzayın ve Antartika’nın yönetimi konusunda aşama içindedir. Deniz hukuku alanında oldukça geniş, ileri ve iddialı bir konvansiyon hazırlanmıştır. Bu konvansiyonun tüm ülkelerce imzalanması henüz tamamlanmamıştır. Bazı ülkeler oluşturulan bu uluslararası rejime uymamakta direnmektedir. Uzayın ortak yönetimi henüz tartışılmaktadır. Antartika konusunda ise, 30 yıl kadar önce bağlayıcı bir antlaşma imzalanmıştır.
Rio Zirvesi sonunda imzalanan ‘’Çevre ve Kalkınma Üzerine Rio Deklarasyonu’’ da geleceğin ortak yönetimine ilişkin işaret verici hükümler içermektedir. Örneğin, ‘’yeni ve tarafsız global bir ortaklığın kurulabilmesi için devletler, toplumun anahtar sektörleri ve insanlar arasında yeni iş birliği düzeylerinin yaratılması hedefi’’; ‘’dünyanın bir bütün olan doğasının tanınması ‘’Deklarasyonun önsözünde yer alan ifadelerdir. Ayrıca 7. ilkede, ‘’Dünyanın ekosisteminin korunması ve iyileştirilmesi amacıyla devletler global ortaklık ruhu içinde iş birliği yapacaklardır.’’
12. ilkede ise, ‘’Devletler, destekleyici ve açık bir uluslararası ekonomi sistemi geliştirmek için iş birliği yapacaklardır.’’ Son ilke olan 27. ilkede de ‘’Bu deklarasyon ilkesinin uygulanmasında ve sürdürülebilir kalkınma alanında uluslararası hukukun daha da geliştirilmesinde devletler ve insanlar iyi niyet ve ortaklık ruhu ile iş birliği yapacaklardır.’’ hükmü bulunmaktadır.
Dünya nüfusu 21. yüzyıl yarılanmadan iki katına çıkacaktır. Hızla yaklaşan bu gerçeğe karşın, bazı devletler bugünkü nüfuslarının en temel gereksinimlerini bile karşılayamamaktadır. Şöyle ki, 1.3 milyardan fazla insana güvenli içme suyu ulaştırılamıyor; 800 milyon yetişkin okuma-yazma bilmiyor; 770 milyon kişi etkin bir çalışma hayatı sürdürebilmek için yeterli beslenmeden uzak; 800 milyon kişi en basit gereksinimlerinden yoksun olarak mutlak yoksulluk içinde yaşıyor. Her yıl 14 milyon çocuk, yani bir yılda doğan toplam çocuk sayısının yüzde 10’u açlıktan ölüyor.
Bu iç karartıcı tablo, son yılların ekonomik büyümesinin Kuzey’de yoğunlaşması gerekçesiyle çok bağlantılıdır. Çünkü, bu rakamların tümü Güney ülkelerine aittir. Dünya nüfusunun yüzde 25’ini oluşturan sanayileşmiş ülkeler, dünyadaki malların yaklaşık yüzde 80’ini tüketmektedir. Genel bir söyleyişle, dünya nüfusunun dörtte üçüne, toplam üretimin ancak dörtte biri düşüyor. Bu dengesizlik her gün biraz daha açılıyor ve her gün daha fazla sayıda insan yoksul ve korumasız kalarak, Güney ülkelerindeki gerilimi arttırıyor.
Yeryüzü ekosistemlerinin bir sonu olduğuna göre, gelecek elli yıl içinde ulaşılması gereken çapta bir ekonomik büyümenin mümkün olup olmadığını sormak durumundayız. Çünkü, gelecek yüzyılda kitlesel yoksulluğu azaltmak için kalkınmakta olan ülkelerin kişi başına düşen ulusal gelirlerini, yılda en az yüzde 3 arttırmaları, bunu sağlamak için de Asya ülkelerinin ulusal gelirlerini yüzde 5, Latin Amerika ülkelerinin yüzde 5.5, Afrika ve Batı Asya ülkelerinin ise yüzde 6 arttırmaları gerekiyor. Nüfus artışı, ekonomik büyümeyi geçti ve bu ülkelerin üçte ikisi kişi başına gelirlerinde yüzde 25’e varan bir düşüş yaşadılar.
İşte bu baskıyla ‘’global müşterekler’’ ve ulusal sınırlar içindeki doğal kaynaklar hızla yok ediliyor. Yeryüzündeki ormanlar 1850’den bu yana 6 milyar hektardan, 4 milyar hektara düşmüş bulunuyor. Son kırk yılın orman kıyımı, elde kalan ormanların yüzde 60’ının bulunduğu Güney ülkelerinde gerçekleşti. Kırk yıl önce yüzde 30’u orman olan Etiyopya’da bu oran yüzde 2’lere düştü. Bu yüzyılın başında Hindistan’ın yarısı ormanlıktı, fakat bugün yüzde 14’ü orman. Azgelişmiş ülkelerde 1981-1985 döneminde yıllık ormansızlaşma miktarı 11.3 milyon hektardır. (Türkiye ormanlarının yaklaşık yarısı). Orman kaybının çevre ve ekonomi üzerindeki yıkıcı etkileri, her geçen gün günlük yaşamda fark edilecek düzeye geliyor. Genel kuraklık, ısınma ve erozyon da ormansızlaşmanın sonuçlarıdır.
Türkiye yüzeyinin yüzde 63.2’sinde çok şiddetli ve şiddetli, yüzde 20.1’inde orta şiddetli toprak erozyonu yaşanmaktadır. Ülke yüzeyinin yüzde 64’ünü oluşturan 49.6 milyon hektar alanda, kısa zamanda toprak koruma ve erozyona karşı önlemlerin alınması gerekmektedir. Türkiye genelinde bir yılda akarsulara karışan tarım toprağı, 500 milyon tonu aşmaktadır.
Erozyona uğrayan tarıma elverişli toprağın son araştırmalara göre dünya genelindeki toplamı ise yılda 7 milyon hektar dolayındadır. Bundan başka, çoğu sulanan toprak olan 1.5 milyon hektarın da suyla kaplanarak ya da tuzlanarak kaybedildiği de bir başka güncel sorundur.
20.yüzyılda iki kat artan su kullanımı önümüzdeki yüzyıl içinde artan nüfusla birlikte iki kat çoğalacaktır. Fakat Güney ülkeleri arasında yer alan ve dünya nüfusunun yüzde 40’ını barındıran 80 ülkede susuzluk şimdiden kalkınmayı engelleyen ciddi bir sorun haline gelmiştir.
Ekosistemdeki canlı türlerinin 5 ila 30 milyon arasında olduğu ve bunlardan yüzde 15 ile 30’unun soylarının 2000 yılına kadar tükeneceği varsayılmaktadır. Bu toplu yok oluş, hem bugünkü hem de gelecekteki kuşakların ilaç üretiminde böceklere, hastalıklara ve iklim değişikliklerine daha dayanıklı ürün çeşitleri geliştirilmesinde kullanılan genetik maddelerden yoksun kalmasına neden olmaktadır.
Dünya yüzeyinin yüzde 6’sı aşırı ölçüde çölleşmiş durumdadır. Yüzde 29’u ise çölleşme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Akıl almaz biçimde çöl koşulları göstermeye başlamış topraklar, yılda 6 milyon hektarlık artış göstermektedir. Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Komisyonu’nun Ortak Geleceğimiz raporunda belirttiği gibi, her yıl 21 milyon hektar daha çölleşmenin yayılması nedeniyle gelir getiremez düzeye inmektedir.
Bütün bunlar dünyanın doğal dengesini etkileyen önemli sorunlardır. Bunların doğal dengeyle birlikte etkiledikleri başta bir olgu da besin güvenliğidir. Kuraklık, ormansızlaşma, erozyon ve çölleşme küresel besin güvenliğini tehdit ediyor.
Artan nüfus dikkate alındığında, önümüzdeki birkaç on yıl içinde küresel besin sisteminin, besin üretimini yılda yüzde 3-4 arttıracak biçimde yönetilmesi gerekecektir. İşte, yeni bir çevresel düzenden söz ederken, dünyanın ortak mallarının yönetiminde birlikteliği hedeflerken tartışılmasını istediğimiz gerçekler bunlardır. Ormansızlaşma, erozyon, çölleşme ve susuzluk ülkesel sınırlar içinde gerçekleşmektedir. Öncelikle o ülkenin sorunudur. Ancak bu ülkesel sorun, giderek tüm insanlığı etkilemektedir. Bu nedenle ormanların, toprağın ve suyun yönetimi sadece ulusal olamaz. Toprak, hava ve suya, yani ekosistemlere ulusal, bölgesel ve küresel düzeyde bir yaklaşım, koordineli bir toprak kullanımı, dikkatle planlanmış bir su kullanımı ve orman işletmesi sağlanmalıdır.
Birleşmiş Milletler bünyesindeki çalışmalar ve son yıllarda kurulan tarımsal sistemlerle yapılan çalışmalarda tarımsal gelişme yolunda önemli adımlar atılmıştır. Ancak bu sistemler, sorunu günümüz gerçeklerine uygun küresel özellikte görmemektedir. Bugünün ve geleceğin besin güvenliğinin sağlanabilmesi için, teknolojiye olduğu kadar insanlara da dikkat eden, üretime olduğu kadar kaynaklara da özen gösteren, bugünü düşündüğü kadar yarını da düşünen tarımsal sistemler, ortak tarımsal yönetimler ve kararlar gündemimize girmelidir. Geleceğin besin güvenliği ancak böyle sağlanabilir ve geleceğin ortak tehdidi ancak böyle başa çıkılabilir. Böyle bir yeni düzen önerirken söylediklerimizin sonuçta ‘’ekolojik kolonyalizm’’ ya da ‘’ekolojik emperyalizm’’i yaratacağını düşünenler çıkabilir.
Böyle bir yorum, Kuzey ülkelerinin bugünkü tavrı, çevre politikaları, uygulamaları ve çifte standartları nedeniyle haklı gözükebilir. Ancak, olması gereken bu değildir. Bizim önerdiğimiz düzende de Güney’i Güney’e rağmen, insanlık adına korumayı, kurtarmayı amaçlayan bir yaklaşım geçerli değildir. Kuzey ülkeleri, bugüne kadar sürdürdükleri iki yüzlülükten vazgeçmek zorundadırlar. Bugün içinde bulunulan çevre bunalımının küreselliği, çevre sorunlarının sınır tanımaması, dünyanın yarısında çevre yok olduğunda, doğal denge bozulduğunda, ekosistem tahrip olduğunda, diğer yarının da aynı sonuçları yaşayacağını göstermiştir. Küresel ısınma, tüm insanlığı etkilemektedir.
Çevre bunalımının Güney’in gelişmesini engellemeye yönelik bir gözetim ve baskıyı koşullaması düşünülemez. Güney’in kalkınma hakkını elinden almak, kişi başına enerji tüketimini daha da arttırmak için Kuzey’de çalışmalar yaparken, Güney için sınırlamalar getirmek kabul edilemez. Ama bir sınırlama getirilecektir. Bu sınırlama, herkes için geçerli olan, herkesin içine sindirerek kabul ettiği ve uyguladığı bir sınırlama olacaktır. Enerji tüketiminde Kuzey, bugünkü düzeyinden aşağıya inmeyi ve Güney’in belirlenen tüketim düzeyine çıkabilmesi için gerekli katkıyı koyacaktır.
Yeni çevresel düzenin ana ilkelerinden biri olan ‘’sürdürülebilir kalkınma’’ ilkesi, Batı’nın bugünkü tüketim alışkanlığını sorgulamakta ve böyle bir tüketim toplumu anlayışını Güney için hedef olmaması gerektiğinin kabul etmektedir.
Yani Kuzey, bugünkü yaşama alışkanlıklarından, tüketim anlayışından vazgeçerek, daha az enerji kullanmayı içine sindirecektir. Bu konuda tüm dünyada bir uzlaşmanın sağlanması gereklidir. Böyle bir uzlaşma da ‘’ekolojik emperyalizm’’ eleştirilerini ortadan kaldırabilir.
SONUÇ
Değişen dünyaya kendimizi uydurabilmek için birçok köhnemiş düşüncemizi değiştirmenin zamanı gelmiştir.
Gelecekte ne olacağı, biraz da bizim aklımızda ne olduğuna bağlıdır.(6)
Dünyadaki değişime ayak uydurabilmek ve çevre sorunlarına teslim olmamak için devrimci bir yaklaşım önkoşuldur. Varolan yapıyı her ne pahasına olursa olsun korumaya çalışan muhafazakar anlayışın değişime ayak uyduramayacağı ortadadır.
Muhafazakar kavrayış ile liberal piyasa kavrayışı arasında da benzerlik vardır. Birileri için geleneği şekillendiren süreç, başkaları için çıkarları eklemeyen süreçle aynı niteliktedir. (7)
Değişim rüzgarı esiyor. Bu rüzgardan zarar görmemenin tek yolu, kendimizi değiştirmekten geçer, yeni yaklaşımları ve yeni kavramları tartışmak, bunun da ötesinde benimsemek için fazla zamanımız yok.
NOTLAR:
1. Dickson David, Alternatiff Teknoloji, Ayrıntı, İstanbul, 1992, sy. 37.
2. Mc Neill, Jim Pieter Winsemius ve Taizo Yakuşiji, ‘’Batının Gölge Ekolojileri’’, New Persepectives of Quarterly, .1-3, Kış 1992, sy.32
3. Ortak Geleceğimiz, (Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu Raporu), TÇSV, Ankara, 1989.
4. Toffler Alvin, Üçüncü Dalga, Altın Kitaplar, 1981, sy. 352-57.
5. Mc Neill, Jim ve Diğerleri, po.b.cit., sy.32.
6. Williams, Raymond, İkibine Doğru, Ayrıntı, İstanbul, 1989, s.15.
7. Beneton, Philip, Muhafazarlık, İletişim Yayınları Cep Üniversitesi, İstanbul, 1991, sy.106.
Güneş Gürseler
22.07.2019