SPOR SALONUNDA KURULTAY BU KADAR OLUR!

Makaleler / Siyaset Makaleleri | 10.10.2011

Av. Güneş Gürseler
18. Dönem SHP Tekirdağ Milletvekili
Eski SHP Genel Sekreter Yardımcısı
CHP Kurultay’ında yaşananlar demokrasimizin eksiklerinin başında gelen kurumlaşamamış, “halkçılık” ile “halk dalkavukluğu” (“populistlik”) arasındaki farkın ayırdına varmak istemeyen “siyasi parti” anlayışımızı bir kez daha ortaya koydu ve tüm siyasi yaşamımda savunduğum fakat uygulamaya koyacak desteği bulamadığım “kurultay” hayalimin haklılığını (kendimce) ortaya çıkardı.
Bizden başka ülkede spor salonunda parti büyük kongresi (kurultay) yapıldığını bilmiyorum. Gerçek demokrasiye inanan ve bunu isteyen bir ülkede yapılabileceğine de inanmıyorum.
Halka, dinleyiciye, partiliye (bizdeki gibi) açık parti kongresi yapılmasına karşıyım.
Spor salonunda parti kongresi düzenlenmesine karşıyım.
Spor salonu, insanların spor karşılaşmalarını izlerken coşkularını dile
getirip rahatlayabilmeleri için inşa edilmiş yapılardır. İki takım “maç” yapar, izlemeye gelen binlerce kişi de coşkusunu gösterir.
“Kongre salonu” niteliğindeki mekanlarda, delegenin masasında, elinde kağıt kalemi, önünde mikrofonu ile oturup parti politikası ve kararı üretebileceği parti kongreleri yapılmasından yanayım. Bu da demokratikleşme isteğimizin samimiliğindeki ölçütümdür.
Bu düşüncelerim en son 2004 Nisan ayında yayınlanan Sayın Hakan Tartan’ın “NE OLACAK BU MEMLEKETİN SOLU!” kitabında yer almıştı, isteyen kitabın 153. sayfasına bakabilir.
SHP’de Sayın Erdal İnönü’nün Genel Başkan, Sayın Hikmet Çetin’in Genel Sekreter benim de Genel Sekreter Yardımcısı olduğum dönemde bu düşüncemi uygulama gayretlerim; “Aman yapma, “Kurultayı halktan kaçırdı.” derler.” endişesi ile destek bulmadı. 1970’lerde başlatılan uygulama sürdürüldü ve sürdürülüyor.
Spor salonlarında yapılan parti kongrelerinde neler oldu hepimiz hatırlarız; hakimiyeti sağlamak için salonu işgalden sahte dinleyici kartına kadar her türlü düzenleme, bol bol kavga, havada uçan sandalyeler, kafası gözü yaralanıp hastanelik olanlar, taciz edilen, fotoğraf makinesi, kamerası kırılan gazeteciler, yuhalanan yabancı ülke temsilcileri, suikasta uğrayan başbakanlar, bol sigara dumanı, kayıp eşya ve delege kartı anonsları, işaretle yapılan oylamalarda delegeyi dinleyiciden ayırt edebilme gayretleri ve divan başkanın yardım isteği ile salona koşarak giren başı kasklı, eli kalkanlı ve coplu polis memurları…
Siyası Partiler Yasası’nın 14. maddesinin yaptığı tanımla, “büyük kongre” (kurultay) siyasi partinin en yüksek organıdır. Seçilmiş üyeler ve doğal üyelerden oluşur. Yani bu en yüksek organı halk, seçmen, ya da partinin bütün üyeleri oluşturmaz, siyasi partilerde Atina site devletlerindeki gibi “doğrudan demokrasi” sistemi uygulanmaz. “Parti genel başkanını, partinin merkez karar ve yönetim kurulu ile merkez disiplin kurulu üyelerini gizli oyla seçmek; partinin tüzük ve programında değişiklik yapmak; partinin gelir - gider kesin hesabını kabul ve merkez karar ve yönetim kurulunu ibra etmek veya kesin hesabı reddetmek; kanunlar, parti tüzük ve parti programı çerçevesinde toplumu ve Devleti ilgilendiren konularla kamu faaliyetleri ve parti politikası hakkında genel nitelikte olmak şartıyla temenni kararları veya bağlayıcı kararlar almak; kanunun veya parti tüzüğünün gösterdiği sair hususları karara bağlamak; partinin kapanmasına veya başka bir partiyle birleşmesine ve böylece hukuki varlığı sona erecek partinin mallarının tasfiye veya intikal şekline dair kararlar vermek, büyük kongrenin yetkilerindendir.”
Bu yüksek organı rahat çalıştırmak ve görevini yapmasını sağlamak, eğer ülkemizde eksiksiz demokrasiyi istiyor ve siyasi partilerin de “demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsuru” olduklarına gerçekten inanıyorsak, toplumsal görevimizdir.
Ancak 1970’lerden başlayarak parti büyük kongrelerini “şov” amaçlı kullanmak, daha sonra da bu “şov”u parti için de delegeler üzerinde baskı aracına dönüştürmek anlayışı yerleşti. Bu anlayışa kamuoyumuz ve basınımız da toplantının “şov”una bakarak, “coşkulu” ya da “coşkusuz” nitelemesi ile destek verdi. Fakat ölçüsü bu olanlar, bir yandan da “şov” için yapılanları beğenmediler. Örneğin Sayın Deniz Baykal, bir keresinde spor salonuna yukardan dumanlar içinden ve Latin pop müziği eşliğinde girdiği için eleştirildi. Ben de genel sekreter yardımcılığı dönemimde düzenlediğim bir kurultayda Sayın Erdal İnönü’yü spor salonuna Verdi’nin Aida Operasından Zafer Marşı eşliğinde sokup, salon turu attırdığım ve ardından da Onuncu Yıl Marşını çaldırdığım, salonda da büyük boy bayraklar kullandığım için “askeri düzende kurultay” düzenlemekle suçlandım.
Partiler bütün bu özel gayreti neden gösteriyor?
Bu “şov”un delegelerle ve siyaset üretimi ile ne ilgisi var?
Çünkü, parti büyük kongreleri (kurultaylar) delegeler için değil bu
gösteri için, oraya gelmesi istenilen beş bin, on bin (ne kadar fazla olursa o kadar iyi) toplantıya yasal katkısı olamayacaklar için düzenlenir oldu. Böyle olunca da o kalabalığı hem kendi yandaşlarınızdan oluşturmanız hem de gösterilerinizle memnun etmeniz, coşturmanız gerekiyor. Bu arada da büyük kongrenin asıl unsuru delege buharlaşıyor. Dikkat edin, son CHP Kurultayında birbirine sandalye atanlar arasında delege yoktu.
Türkiye artık, tüm delegelerin önlerinde kağıt kalemi, mikrofonu ile masada oturdukları, basının en geniş ve rahat şekilde katılıp çalıştığı, yerli yabancı siyasi parti temsilcilerinin, diplomatların, bilim insanlarının itilip kakılmadan izleyebildikleri parti kongrelerini düzenleyebilecek demokratik olgunluğa ulaştığını kanıtlamalıdır. (Bu olanakları sağlayabilecek salonlarımız var.) Toplantının “şov”u bir gün önce sınırsız katılımla, sazlı sözlü en coşkulu şekilde mevsimine göre stadyum ya da spor salonunda yapılabilir.
Bu “uygarlığı” hep birlikte istemeli, parti büyük kongrelerini
(kurultayları) coşkusu ve “şovu” ile değil ürettiği politikalarla değerlendirme anlayışına ulaşmalıyız.7.2.2005

Yol Tarifi