EKSİKSİZ DEMOKRASİ İÇİN ÖNERİLER
İ. Güneş Gürseler
EKSİKSİZ DEMOKRASİYE ULAŞABİLMENİN KOŞULLARI:
1. DAR BÖLGELİ İKİ TURLU SEÇİM SİSTEMİ
Türkiye, genel seçime henüz uzun bir süre varken her olanaktan yararlanarak seçim sistemini ve siyasi partiler sistemini tartışmaya açmalı ve böylelikle, 12 Eylül sonrasında kazanılan her genel seçime 2-3 ay kala Seçim Kanunu ile oynama alışkanlığından da vazgeçilmelidir. Bu konuda yapılan hemen bütün değişiklikler her seferinde günün iktidarının ya da parlamentoda bulunan partilerin çıkarına olmuştur.
Bu nedenle, öncelikle bütün kurumlarıyla eksiksiz demokrasiyi gerçekleştirecek bir seçim sistemini tartışacak bir zemini oluşturmalıyız.
Bu yazımda sık sık tekrarlayacağım gibi demokrasimizin gelişmesinin önündeki iki büyük engel seçim ve siyasi partiler sistemlerimizdir. Sözü dolaştırmadan kısaca söyleyeyim; bu engelleri kaldırmayan lider kadrolardır. Yaşadığımız bu sistemi, bu defolu demokrasiyi sürdürenler 12 Eylül’den bu güne ülkeyi yönetenlerdir.
Çok az istisnası ile bu kadrolar böyle bir seçim ve siyasi partiler sistemini, sistem de bu tür liderleri ayakta tutuyor. Bu nedenle ne kadar iyi niyetle gayret gösterirsek gösterelim, bugün işbaşında bulunan liderler Türkiye’de eksiksiz demokrasiyi istemedikçe vatandaşlar olarak bizlerin eksiksiz demokrasiyi gerçekleştirmemiz kolay bir iş değil. Liderlerin eksiksiz demokrasiyi istemeleri nasıl, vahiy yoluyla mı olacak, hidayetle mi olacak, bilmiyorum, bildiğim ve Türkiye için temel önerim, iki turlu dar bölgeli seçim sistemine geçilmesidir. Böylelikle seçen ve seçilen arasındaki ilişki en kısa ve en düz hale gelecektir. Bu sistemde özetle; Türkiye birer milletvekilinin seçildiği bölgelere ayrılacaktır, her bölgeden bir milletvekili çıkacaktır, ilk turda yarıyı geçen seçilecektir, yarıyı geçen olmazsa ikinci turda en fazla oyu alan iki parti seçime katılacak ve en fazla oyu alan seçilecektir. Bu sisteme sonuçlar etnik olur, bölgesel olur gibi bir çok eleştiri yöneltiliyor ancak bence bu sistemin panzehiri kendi içindedir. Eğer bu yapılmazsa Türkiye’deki kuvvetler ayrılığını, parlamentoyu, milletvekili saygınlığını ve gerçek siyasiyi partiyi oluşturmak mümkün değildir. Bu sistemin bir diğer faydası da aynı dünya görüşündeki partilerin en azından ikinci turda zorunlu olarak tek aday etrafında birleşmelerini sağlamasıdır.
2. “KUVVETLER AYRILIĞI” İLKESİNİN YAŞAMA GEÇİRİLMESİ
Günümüz demokrasilerinde öncülüğün siyasi partilerde olması kuvvetler ayrılığını “varsayım” haline getirmiştir. Bu nedenle erkler arasındaki ayrılık yasama, yürütme, yargı dışındaki unsurlarla desteklenerek işler hale getirilebilmektedir.
Ülkemizde uzunca bir süredir kuvvetler ayrımı fiili olarak yok, üçlü ayırım ikiye indirilmiş durumda. 1924 Anayasası “meclis hükümeti” olarak isimlendirmiş idi, günümüzde ise “hükümet meclisi” olarak isimlendirebileceğimiz bir sistem geçerli, yürütme ile yasama bütün olarak bir kuvvet, diğer kuvvet de yargı. Sayın Abdullah Gül’ün seçimine kadar kuvvetler ayrımında üçüncü kuvvet unsuru cumhurbaşkanıydı. Şimdi o durum da ortadan kalkınca “hükümet meclisi” ve “yargı” iki ayrı kuvvet olarak kaldı. Bu kapsamda parlamento yasama ve denetim görevini gerçek işlevi ile yerine getiremeyince boşluğu parlamento dışında yargı dolduruyor.
Yapılması gereken bu eksikliği görüp, olması gerekeni söyleyerek ilerlemektir. Sanal kuvvetler ayrımı noktasında, parlamentonun bugün fiilen yasama görevini de, denetim görevini de yapamıyor. Parlamentonun denetim görevini yapması bugün sadece muhalefetin gensoru önergesi vermesi olarak anlaşılıyor. Gensoruların da sadece ön görüşmesi yapılabildiği için denetim bu kadarla sınırlı kalıyor. Oysa denetim, sadece muhalefetin iktidarı denetlemesi değildir. Denetim görevi parlamentonun görevidir ve parlamento bu görevini bir bütün olarak yerine getirir. Bu anlayış yerleşmeyince yapılan sadece muhalefetin önerge vermesi iktidarın da reddetmesi ile sınırlı kalıyor.
Bir diğer denetim yolu olan yazılı ve sözlü soru yöntemi ise milletvekillerinin kendi bölgelerinin gazetelerinden ya da ulusal gazetelerin başlıklarından hazırladıkları soruların bakanlar tarafından cevaplandırılması ile sınırlanıyor. Daha sonra milletvekilleri bu cevapları seçim bölgelerinin gazetelerine gönderip seçmenlerine selamda kullanıyorlar.
Denetim görevini yapamayan parlamento yasama görevini de gerçek işlevi ile yerine getiremiyor. Yasama görevinin önemli bölümü bürokratlar tarafından yerine getiriliyor. Hükümet hangi yasayı çıkarmak istiyorsa, o yönde talimat veriyor, hazırlatıyor, milletvekilleri de parlamentodan geçip yasalaşması sürecini tamamlıyorlar.
Pekiyi, bu nasıl değişecek, yasama ve yürütmenin gerçek işlevlerini kazanması nasıl sağlanacaktır?
Yanıtım seçim sistemi değişikliğidir.
Seçim sistemini değiştirecek ve sonra da işlemesini sağlayacak siyasi parti nasıl olacaktır?
3. GERÇEK “SİYASİ PARTİ”LERİN OLUŞTURULMASI
“SİYASİ PARTİ” OLABİLMENİN ÖLÇÜTLERİ;
- GÖLGE KABİNE
Bir oluşumun gerçekten siyasi parti olup olmadığını gösterme açısından iki ölçütüm var.
Birincisi gölge kabine.
Gölge kabinesi olmayan muhalefet partisi olur mu; bizde oluyor. Muhalefet partisi ile sınırlamamak da gerekir, aslında bütün partilerin -çünkü kimin ne zaman iktidar, kimin ne zaman muhalefet olacağı belliği değil- iktidardaki siyasi parti dahil gölge kabinesinin olması gerekir. Bizde seçim, bir rüzgar esiyor kazanılıyor, bir rüzgar esiyor kaybediliyor, seçimi kazanan da “Yahu kimi bakan yapsam?” telaşına kapılıyor. Bakan olarak atandığı konuda hiç çalışmamış, düşünmemiş insanlar bakan yapılıyor, ama batıya bakıyorsunuz; hatırlayın, geçen yıl İngiltere’de muhalefetteki partinin gölge içişleri bakanı adının bir eşcinsel skandala karışması üzerine gölge bakanlıktan istifa etti. Yani gölge bakanlık istifa edilebilecek derecede bir makam ve İngiltere’de 2005 genel seçiminden sonra hükümet açıkladığı an muhalefet partisi de gölge kabineyi açıkladı.
Burada unutulmaması gereken, işlevli bir gölge kabine hedefleniyorsa bu gölge kabinenin sadece bakanlarla sınırlı kalmamasıdır. Bakanla sınırlı kalan gölge kabinenin hiçbir anlamı olmayacaktır. Gölge kabine her şeyden önce partinin kurumlaşma ölçüsüdür. Partinin Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, Çevre Bakanlığı… bütün bakanlıklarla ilgili birimi olacak, kadrolu, maaşlı çalışanları olacak, onlar sürekli politika üretecekler. Milletvekilleri uzmanı oldukları ya da uzmanı olmaya çalıştıkları gölge bakanlığa atanacak ve iktidar olunduğunda “Bu sorun karşısında ne yapacaktık?” diye bir sıkıntı çekilmeyecektir. Amaç bu. Ama bizde öyle değil. Bu durum yerel yönetimler için de geçerli. Seçime iki ay kalacak şehrin en namuslu, en düzgün insanları gidip aranacak, belediye başkanı yapılmaya çalışılacak. Örneğin tanınmış bir eczacı, kalfayı idare etmekten, ilaç alıp satmaktan başka bir şey yapmamış. Deniyor ki “Ağabey gel belediye başkanı ol.” Önce, “Yok canım, olur mu?” yanıtı alınıyor, üç kere gittiniz mi, kendisi de bu işin olacağına inanmaya başlıyor, etkilenip aday oluyor ve seçiliyor. Ondan sonra ya düzene uyuyor ya da bırakıp gidiyor.
Bu nedenle siyasi parti olabilmek için benim öncelikli ölçütüm; gölge kabine.
- SPOR SALONUNDA KURULTAY
Spor salonları niçin yapılır, mimari anlamda o salonu yapmanın amacı nedir; basket takımı, 5 o tarafta, 5 de bu tarafta 10 kişi gelsin, ortada basket oynasın, voleybol takımı gelsin oynasın, olabildiğince büyük bir kalabalık da izlesin, izlerken bağırsın, çağırsın rahatlasın, spor salonu binasının işlevi bu. Türkiye bu amaçla inşa edilmiş binalarda siyasi parti kurultayları yapıyor. Delege sayısı genelde yaklaşık bin kişi. Bin delege, onbin, onbeşbin, yirmibin kişilik salonlara getirilip bu kalabalığın içine atılıyor ve siyasi karar üretmesi isteniyor. Oysa, “maç” yapılması gereken mekanda bulunulduğu için, delegeler seyirciler “maç” yapıp birbirine giriyor.
Böyle bir kurultay düzeninin sürmesinin önde gelen nedeni basın ve kamu oyumuzun siyasi parti kurultaylarını coşkusuna göre değerlendirmesidir. Kurultay coşkusuna göre başarılı ya da başarısız kabul edilebiliyor. Oysa, kurultayın coşkuyla, coşkusuzlukla ne ilgisi var? Bin kişilik bir delege kadrosu gelip, Türkiye’yi yönetme iddiasındaki bir siyasi kuruluşu yönlendirecek, politikalarını belirleyecek, yönetici kadrolarının seçimlerini yapacak, ama bizde öyle değil. Kurultay, bir gün bilemediniz iki gün sürüyor ve spor salonunda ne kadar fazla kalabalık olursa onunla övünüyorsunuz. Delege nereye geldiğini anlayamadan kendini bir kalabalığın içinde buluyor, lider hamasi bir konuşma yapıyor, tribünler ayakta. Anahtar liste, çarşaf liste, derken bir şeyler oluyor, oyunu kullanıp gidiyor. Gidin demokrasisinin eksiklerini gidermiş ülkelere, kurultaylar, kongre merkezlerinde yapılıyor, günlerce sürüyor, gelirse basın geliyor, yabancı misyon çağrılıyor, bilim adamları çağrılıyor, kimsenin coşkulu kurultay, coşkusuz kurultay diye bir derdi yok. Ben bunu Sosyal Demokrat Halkçı Partide Genel Sekreter Yardımcısı iken önerdim. Bana yönetimin cevabı “Yahu sen kurultayı halktan mı kaçırıyorsun? Bize öyle mi dedirteceksin?” oldu ve önerim kabul görmedi.
Bu iki ölçütümü okuyanlar, “Sadece bunlar mı?” sorusunu yöneltebilir. Evet, “ölçüt” olarak sadece bunlar. Siyasi parti olabilmenin koşullarından söz etmedim. Sağlıklı bir üyelik sistemi, parti içi eğitim, parti içinde yükselmenin koşulları, adaylık koşulları gibi tüzüksel düzenlemelerin yapılmış ve de işliyormuş gibi gözükmesi yeterli değildir. Gölge kabinesi yoksa ve hala kurultayını, büyük kongresini spor salonunda yapıyor ise o siyasi parti benim ölçütlerime uymuyor demektir.
Yeri gelmişken, siyasi partiler ve seçim sistemimizde yaşadığımız tıkanmayı bugünkü “önseçim” uygulaması ile aşabileceğimize inanmadığımı da belirtmek istiyorum. Gerçek anlam ve işlevinde siyasi parti olmadıkça önseçim nasıl yapılacaktır? Ortada gerçek anlamda “parti” olmadıkça ne delegelerle ve ne de tüm üyelerle önseçim yapmanın istenilen sonucu sağlamadığı görülmüştür. Ben 1987’de bütün üyelerin katıldığı bir önseçimle milletvekili seçildim. 12 Eylül yönetimi siyasetteki yozlaşmaya neden olarak delege ile önseçim sistemini gördüğü için partinin bütün üyelerinin katılımı ile yapılan önseçim sistemini esas aldı. Böyle bir önseçim, ancak parti üyeliğinin önem taşıdığı düzende işe yarar. Siyasi partiye üye olabilmenin herhangi bir farklılığı yoksa bu üyelerin katıldığı ön seçim hangi işlevi gerçekleştirecektir. Eline üye yazım belgesini alan parti yetkilisi köy köy dolaşıp, istediğini üye yazıyorsa ve seçimde o sandıktan parti üyesi kadar oy çıkmıyorsa bu üyelerin yaptığı önseçimin ne yararı olacaktır. Bu nedenle temel çözümün iki turlu dar bölgeli sistem olduğunun altını bir kez daha çiziyorum.
4. TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NİN “KURUM” OLMASI
Anayasa Hukuku anlamı ile ya da büyük Anayasa Hukukçusu Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya’nın “Siyasi Müesseseler ve Anayasa Hukuku” isimli kitabında belirttiği anlamda “müessese”, “kurum” olmuş mudur Türkiye Büyük Millet Meclisi. Bence hayır, olmadı, olamadı.
TBMM’nin “kurum” olamamasının önde gelen nedeni daha önce de belirttiğim gibi milletvekilliğinin saygınlığının sağlanamamasıdır. Milletvekilliğini yıpratacak, kurum olmasını önleyecek her türlü gayret gösteriliyor.
Bunlardan biri TBMM üye sayısının beşyüzelliye çıkarılmasıdır. Sayının niçin beşyüzelli olduğu belli değildir, halen neden böyle kaldığı da belli değildir. Sadece parti liderlerine yüz tane daha milletvekili adayı atama olanağı tanınmıştır. Milletvekilliğinin biraz daha yıpratılmasından başka hiçbir sonucu olmamıştır.
Yolunuz düşerse göreceksiniz, parlamentoya sığılmıyor. beşyüzelli milletvekili, danışmanlar, sekreterler, görevliler, ziyaretçiler, seçmenler herkes üst üste ve sistem işlemiyor.
Böyle bir ortamda TBMM nasıl “kurum” olur?
- MİLLETVEKİLLİĞİ SAYGINLIĞI
Ülkemizde partilerinde iktidarlarını sürdüren lider kadronun yönetim anlayışı ve bu siyasi parti yapısı kuvvetler ayrımını sanal hale getiriyor. Sanal kuvvetler ayrımında ise sistemin ana unsurlarından biri olması gereken milletvekilliğinin ayrı bir “kurum” olarak düşünülmesi akla dahi getirilmiyor.
Bu siyasal yapılanma anlayışı milletvekilliğini ülkemizde yanlış bir konuma ve işleve sokmuştur.
Milletvekili kimdir; milletvekili, seçim öncesinde onbinlerce insanın aday adayı olarak ulaşmak isteyip de ulaşamadığı makama ulaşan ve en azından bu kadar potansiyel eleştirmeni olan beşyüzelli kişiden biridir.
Siyasete biraz ilgisi olan hemen herkes aklından milletvekilliğini geçirir, toplumumuzda milletvekilliği çok önemsenir, ancak seçilen hemen ertesi gün eleştirilmeye başlanır, çünkü seçiminde seçmenin katkısı çok azdır. Aslında herkes “madem sistem böyle” diyerek oyunu kurallarına göre oynayıp seçilmeyi ister, ama seçilene kendi katkısı çok az ya da hiç olmadığı için ertesi gün eleştirmeye başlar.
Pekiyi, insanlar neden milletvekili olmak ister. Benim bilebildiğim, saptayabildiğim üç amaç var:
Birincisi; “Herkes oluyor, benim neyim eksik ben de olayım.” anlayışıdır.
İkincisi, işini düzene koymuş, servet sahibi olmuş işadamlarının amaçladıkları. Bu niteliktekiler milletvekili olmak isterler ve olurlar. Bunlar önce medyada görülür, sonra genel başkana yaklaşır ve aday gösterilirler, amaçları kendi ticaretlerini geliştirmektir ve de geliştirirler.
Üçüncü sırada ise safiyane hizmet amacı güdenler gelir. Pek hizmet edemeyeceklerini de bilirler, ama gene de bir hizmet olanağı bulabilme umudundadırlar. Ülke sorunları karşısında görüşleri vardır, heyecanları vardır. Onu uygulamak isterler, seçildikten sonra altıncı ayın sonunda anlarlar ki bir şey yapmaları mümkün değil. O zaman dönüp, seçmene ve partiliye hizmetle uğraşmaya çalışırlar, isteyerek yapmadıkları için bu alanda da başarılı olamazlar ve bir daha seçilemezler. Çok genelleme yaptığım düşünülebilir. Evet genelliyorum, istisnaları da var tabii. Fakat, “istisnalar kaideyi bozmuyor”. Ülkemizde milletvekilliğini böyle bir tablo içinde değerlendirmek gerekir.
Bütün bunları ayrıca bu sistemin milletvekilliğini meslek haline getirdiğini belirtmek için de söyledim.
Bir araştırma var; Türkiye’de kimlerin milletvekili olduğu ya da milletvekillerinin kişisel durumları ile ilgili. Bu araştırmanın sonuçlarına göre; milletvekillerimizin çoğunluğu evli, genelde üniversite mezunu, kendi beyanlarına göre çoğunluğu en az bir yabancı dil biliyor. Orta ve üst yaş grubunda ve şimdiye kadar seçilenlerin büyük bölümü birinci sırada “iş adamı”, ikinci sırada sivil bürokrat, yönetici, üçüncü sırada da hukukçular geliyor.
Önce şu soruyu sormalıyız: Milletvekilliği meslek midir?
Bu soru 2007 Temmuz seçiminden sonra seçilen parlamenterlere soruldu; iki bakan dâhil mesleğinin milletvekilliği olduğunu söyleyenler oldu. İşte sistemi eleştirirken bunu anlatmaya çalışıyorum. Milletvekilliği bu tablo nedeniyle, şu biraz önce anlattıklarım nedeniyle meslek haline geldi. Dünyada böyle değil fakat Türkiye’de meslek. Uyguladığımız bu yanlış seçim sistemi, siyasi partiler ve parlamento sistemi milletvekilliğini meslek haline getirmiştir.
Bu sonuca götüren bir özelliğimizi de ayrıca belirtmek gerekiyor. Bugüne kadar milletvekilliği yapmış olanların meslek ortalamasına bakıldığında sanayi ve ticaretle uğraşan işadamlarının çoğunluğu oluşturulduğu görülüyor. Ancak, hangi işadamı. Ya da ülkemizde işadamı kavramından ne anlaşılıyor. Bunun üzerinde durmalıyız. Milletvekilliğini meslek haline getiren işadamı kimdir, bu bağlamda kime işadamı denir?
İşadamı kavramını açtığınız zaman özünde çeşitli konularda ve farklı düzeyde eğitim görmüş insanların, genelde aldıkları eğitimle ilgisi olmayan alanlarda sermaye güçlerine göre ticaret ile uğraşanların ifade edildiği görülür. İşadamından anladığımız budur. Yüksek tahsil almıştır ya da almamıştır fakat ticaret yapmaya karar vermiş, “işadamı” olmuştur.
Bu uğraşıya meslek demek mümkün müdür? İşte bu konumdaki insanlar -ki çoğunluğu böyle- milletvekili seçilir seçilmez milletvekilliğini meslek olarak benimsemekte ve ondan sonra bir daha bu mesleği kaybetmemek için elden gelen her şey yapılmaktadır.
Burada haksızlık gerçek “meslek” sahiplerine yapılmaktadır. Örneğin eğer avukatsanız milletvekilliği ile birlikte mesleğinizi yapamazsınız, “sosyolojik anlamda profesyonel”, doğrudan size bağlı bir işiniz varsa onu yapamazsınız, hem fiilen yapamazsınız bazı mesleklerde de hukuken yapamazsınız, ama “işadamı” iseniz en küçüğünden en büyüğüne kadar işiniz siz içinde olsanız da, olmasanız da yürür.
Bu nedenle eksiksiz demokrasiye ulaşılabilmesi için kuvvetler ayrımının daha işler hale gelmesiyle birlikte, milletvekilliğinin de tanımının yapılması, milletvekilliğini gerçek işlevi ile tanımlayacak bir siyasi parti ve seçim sisteminin oluşturulması gerekir.
- MİLLETVEKİLİ DOKUNULMAZLIĞI
Seçilene kadar herkes için cazip, ama seçildikten sonra herkesin eleştiri oklarını çevirdiği milletvekilliği kurumuna yönelik sürekli gündemde olan bir dokunulmazlık tartışması yaşıyoruz.
Her ağızda “Dokunulmazlık kaldırılsın, daraltılsın” söylemi.
Kesinlikle katılmıyorum.
Dokunulmazlığın daraltılması, kaldırılması gibi bir şey söz konusu olmamalıdır. Dokunulmazlık milletvekillerinin şahsına değil, yasama fonksiyonuna ilişkindir ve milletvekillerinin şahsını değil, yasama fonksiyonunu koruyarak kamu yararını sağlamaktadır.
Yürürlükte olan dokunulmazlık sisteminin eksiği yoktur. Milletvekili suç işlediği
zaman savcı devreye giriyor, gerekeni yapıyor, fezlekeyi düzenliyor, parlamentoya kadar gönderiyor. İşlemeyen ise yukarıda anlattığım siyasi partiler sistemi içinde parlamentonun liderler tarafından bu konuda çalıştırılmaması, dokunulmazlık taleplerinin gündeme alınmamasıdır. Örneğin en son 2002-2004 yılları arasında ikiyizonaltı adet fezleke Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına sunulmuştur. Bunlardan yüzyirmidördünün dokunulmazlığının kaldırılması istenmiş fakat sistem işletilip dokunulmazlıklar kaldırılmamıştır. Bu fezlekeler sonunda dokunulmazlığı kaldırılan milletvekili yok.
Bu nedenle, sistemi işletmeyip sonra da sorumluluğu sisteme yükleyerek, dokunulmazlığın kaldırılmasını ya da daraltılmasını istemenin kuvvetler ayrımı açısından bir faydası olacağına inanmıyorum.
- SİYASİ PARTİLERİN GRUP GENEL KURUL TOPLANTILARI
Siyasi parti liderlerinin milletvekillerine yaklaşımındaki eksikler, verdikleri değer de Türkiye Büyük Millet Meclisinin kurum olmasını engelliyor. Bu davranışlara iki örnek verebilirim:
Siyasi partilerin grup genel kurullarının işlevi bugün sadece liderlerin monologlarını kamuoyuna izletmeye indirgenmiştir. Bilindiği gibi tüm televizyon kanalları ve TBMM televizyonu siyasi parti liderlerinin grup konuşmalarını naklen yayınlıyor. Liderler de bu olanağı kaçırmayıp, güncel olaylara ilişkin görüşlerini, alkış ve tezahüratla görevli konuklarla doldurulmuş salonda saatle anlatıyorlar ve toplantı sona eriyor. Milletvekilliğinin, milletvekilinin, parti grubunun öne çıkarılmasına sağlayacak olanak tanınmıyor. Grup genel kurulu partinin politikalarının belirlenmesinde belirleyici olamıyor.
- MİLLETVEKİLİ LOJMANLARININ YIKILMASI
AKP, seçim galibiyetinden sonra alelacele milletvekili lojmanlarını yıktı, şimdi orada büyük bir çarşı var. Gerekçe de milletvekilleri kiralık evde oturarak halktan kopmayacaklarmış. Sanki hepsi Ankara milletvekili. Milletvekillerinin kopmayacakları yer kendi seçim bölgeleri ve her fırsatta sürekli seçim bölgelerine gidip geliyorlar. Böyle bir şey amaçlanıyor, seçmenleri ile daha fazla birlikte olmaları isteniyor ise milletvekillerinin seçim bölgelerinde yaşayabilecekleri bir düzenin oluşturulması gerekir. Oysa asıl gerekçenin, bütün milletvekili ailelerinin birlikte oturmamasını sağlamak, ortak özelliklerinin belirginleşmesini engellemek olduğunu herkes biliyor. Hangi gerekçe ile yapıldıysa yapıldı ve sonuçta milletvekilleri böyle bir fiziki kolaylıktan yoksun kaldı.
Oysa lojman uygulaması da kurumsal kimlik göstergesi idi.
- UZMANSIZ ARAŞTIRMA KOMİSYONLARI
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde her yasama dönemi çeşitli araştırma komisyonları kuruluyor ayrıca ihtisas komisyonları var. Ancak, TBMM’nin bu komisyonlarda çalıştırabileceği yeterli sayı ve uzmanlıkta araştırmacısı yok. Araştırmaya muhatap olan kurum ve kuruluşların elemanları kullanılarak araştırma yapılmaya çalışılıyor. Araştırmayı yapacak gücü, uzmanları olmayan bir parlamentonun “denetim” görevini yerine getirmesi nasıl mümkün olacaktır. Amerika Birleşik Devletleri Kongre Kütüphanesi Araştırma Merkezinin ünü dünyaya yayılmıştır.
İhtisas komisyonlarında da aynı sıkıntı yaşanıyor ve bütün bunlar parlamentonun kurum olmasını engelliyor.
- TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ GENEL KURUL SALONU’NUN YENİLENMESİ
Önemli görülmeyen ancak çok önemsediğim bir örnek vereceğim. Geçmişi unutma gayreti içindeyiz, kendi hafızamızı korumadığımız gibi kurumlara da hafızalarını koruma olanağı tanımıyoruz. İngiliz parlamentosunun ekranlara yansıyan görüntüsünü hatırlayalım; bazen milletvekilleri avam kamarasında oturacak yer bulamıyor, kürsü yok. Karşılıklı oturuyorlar, biri kalkıyor, biri oturuyor. Biz ne yaptık; “faşist genel kurul salonu” deyip Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurul Salonunu yeniledik, faşistmiş. Neden, kürsü yukardaymış, yukarıdan konuşunca faşist olunuyormuş.
Söylemek istediğim şu: Kurumsal devamlılığı, kurumlaşmayı nasıl engelleriz diye sanki bilinçli bir gayretimiz var. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin mimarı çok ünlü bir mimardı. Mobilyasına varana kadar hem genel kurul salonunu hem kulislerdeki mobilyaları çizmişti. Yenileme sırasında kulislerdeki mobilyalar dahil atıldı, gelişigüzel yeni mobilyalar alındı, beyaz mermerle salon döşendi.
SONUÇ
Ülkemizde bütün alanlarda gelişimin sağlanmasın temel koşulu eksiksiz demokrasiyi kurumlaştırmaktır. Bu hedefe ulaşmanın yolu Türkiye Büyük Millet Meclisinin kurum olmasından geçer. Türkiye Büyük Millet Meclisinin kurum olmasını sağlamak için de siyasi partiler sisteminin ve seçim sisteminin ülkede kuvvetler ayrımını gerçekten işletecek bir yapıya kavuşturulması gerekir. Seçim sistemi ve siyasal partiler sistemimizi düzeltmedikçe sorunlarımızı çözebileceğimize inanmıyorum. Başlarken de belirttiği gibi önerim, karşı çıkanlarının çok olduğunu da bildiğim ancak Türkiye’de eksiksiz demokrasiyi sağlayabilmenin temel koşulu olarak gördüğüm, siyasi partileri lider sultasından da kurtaracak olan dar bölgeli, iki turlu seçim sistemidir. 18.2.2008