“SİLİVRİ MAHKUMLARI”NA AVUKATLIK…
Av. İ. Güneş Gürseler
Anayasa Mahkemesi’nin 5558 sayılı “Avukatlık Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un avukatlık sınavını kaldıran, 1 inci maddesini iptal eden Esas 2007/16 Karar 2009/147 sayılı ve 15.10.2009 tarihli kararının gerekçesinde avukatlık mesleği;
“Anayasa’nın 36. maddesinde, herkesin meşrû vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahip olduğu belirtilmiştir. Yargının kurucu unsurlarından olan, bağımsız, serbestçe temsil eden, hukuksal ilişkilerin düzenlenmesinde, her türlü hukuksal sorun ve uyuşmazlıkların adalet ve hakkaniyete uygun olarak çözümlenmesinde ve hukuk kurallarının tam olarak uygulanmasında temel görev üstlenen avukat, hak arama özgürlüğü ve adil yargılanma hakkının da önemli bir unsurudur. Güçlü ve bağımsız savunma mesleği; hukukun üstünlüğünün, hukuksal uzlaşmanın, adil yargılanma duygusunun ve toplumsal barışın güvencesi olup bu değerler, mesleğinde yetkin bağımsız savunucularla teminat altına alınmıştır.”
ifadeleri ile tanımlanmış ve önemi belirtilmiştir. Yaklaşık yetmişbin avukat bu tanımlama içinde görevimizi yerine getirmeye, sistemden, uygulamadan ve bir kısmı da kendimizden kaynaklanan sorunları aşmaya çalışıyoruz. Eksiksiz demokrasiye ulaşamadığımız için gerçek hukuk devletini yaşamıyoruz bu nedenle bağımsız yargı erkini oluşturamadık, bu ortam sorunlarımızı artırıyor, yapabildiğimiz ise hep beraber günü kurtarmaya çalışmak.
Ancak, her gün yaşayarak kanıksadığımız “rutin” sorunlardan çok ağırlarını “SİLİVRİ MAHKEMESİ”nde görev yapan meslektaşlarımız yaklaşık iki yıldır en yıpratıcı boyutları ile yaşıyor. Bırakın uzayan duruşmaları, binlerce sayfalık iddianameleri, yüzlerce klasörlük dava dosyalarını, avukat olarak bütün bildiklerinizin ve inandıklarınızın genelde işe yaramadığını görmek en iç karartıcı olanı. “Adil yargılanma hakkı”, “yargılamanın makul sürede sonuçlandırılması”, “tutuklamanın amacı”, “tutukluluğun süresi” gibi inandığınız temel kavram ve kuralların duruşma salonundan içeri giremediğini bilerek savunma görevini sürdürebilmek başlı başına bir başarıdır.
Üç yargıcın suçlamanın ve tutukluların hukuki durumlarında anlaşamadıklarını, tahliye taleplerinin bir kez daha oy çokluğu ile reddedileceğini bilerek duruşmalara girip savunma yapmak ve taleplerde bulunmak, söyledikleriniz dinleniyormuşcasına kararlar verileceğini düşünmek avukatın en büyük zorluğudur.
Bütün bunlardan daha da üzücü ve yıpratıcı olanı bu olumsuzluklardan müvekkilin etkilenişini çaresizce izlemek, ona yaşanılanların kabul edilebilir açıklamasını yapamamaktır. Müvekkil, kültürü, mesleki kariyeri, sosyal ilişkileri ile zaten bir çok şeyin farkındadır. Yaşananların onun adalete olan güvenini kaybettirmemesini sağlamak da avukatına düşmektedir. Avukatın yargılamanın sonunda adil bir karar verileceğinden kuşkusu olmamalı ve buna müvekkilini de inandırmalıdır. “SİLİVRİ MAHKUMLARI”nın feryatları avukatların ne kadar zorda olduğunu göstermektedir. Bu feryatlar yargıya olan güvensizliği ve adaletin gerçekleşmeyeceği endişesini haykırmaktadır.
Bu güvensizlik ve endişe içinde yıllarca tutuklu olarak yargılananların sağlıklı kalabilmeleri nasıl beklenir ve ister istemez güvensizliğin içine düşen avukat da bu ruhsal durumdaki müvekkiline nasıl yardımcı olabilir?
Bu güvensizlik ortamını kim, nasıl giderecektir?
Bu soruların muhatabı kimdir?
Ülke ve dünya kamuoyunca izlenen yargılamalara ilişkin soruların ilk muhatabı elbette tüm yargı mesleği mensupları ve onların meslek örgütleridir. Bu kapsamda avukatlar olarak hepimizin yanıtlarımızın olması ya da yanıt arayışını öncelikli işlerimizin başına almamız gerekir. Ancak ne yazık ki hemen her konuda kamplara ayrılan ülkemizde bu konuda da bölünmüş durumdayız. Bırakın genel kamuoyunu meslektaşlarımız arasında da tam bir bölünmüşlükle, ya görmezden geliyoruz, ya da “Sadece bu davalarda mı sorun yaşanıyor, diğerlerinde nerede idiniz?” tavrını takınıyoruz.
Yazıma başlarken belirttiğim gibi “esiksiz demokrasi”, “gerçek hukuk devleti”, “bağımsız yargı” henüz ulaşamadığımız kavramlar olduğu için mesleğimizi icra ederken her zeminde sorunlarla, hukuksuzluklarla, keyfiliklerle, yanlışlıklarla karşılaşıyoruz. Mesleğimizin özünde zaten bunlarla mücadele var. Her birimiz nice haksız tutuklama ile nice yanlış kararla, nice keyfilikle mücadele ettik ve ediyoruz. Bu nedenle, haksızlığa uğrayanı kendimize yakın görmediğimizde, “Benim mücadelemde neden yanımda değildin?” tavrını sergileyemeyiz. Eğer yargı erkinin işleyişi ile ilgili bir sorun varsa, uygulamalar adalete olan inancı yok ediyorsa bu hepimizi ilgilendirmelidir. İlgisizliğimiz mesleğimizi anlamsız kılacaktır.
Aynı değerlendirme meslek örgütlerimiz barolarımız ve Birliğimiz için de geçerlidir. Barolarımızın “Şemdinli’de ne yaptınız?”, “Biz yargılanırken nerede idiniz?” gibi soruları sorma lüksü olmamalıdır. Bugünkü sorun ve sıkıntıların geçmişin hatalarının sonucu olduğunu unutmamalıyız. Yapmamız gereken her türlü ayrıştırıcı etkeni bir kenara koyarak kimsenin adil yargılandığından kuşku duymadığı, yargı erkinin saygınlığını yitirmesinin önlendiği bir ortamı gerçekleştirebilmek için birleşip sorunların üzerine giderek “Adalet istiyorum.” çığlıklarına kulak vermektir.
Türkiye Barolar Birliği’nin son dönemde kendisini bu sorunların dışında tutmaya çalışır gözükmesinin anlaşılabilirliği yoktur. Türkiye Barolar Birliği ülkenin yargı siyasetini belirlemekle yükümlü bir yüksek yargı kurumudur. Yargının evrensel hukuka ve insan hakları ilkelerine göre işlemesi için hiç bitmeyecek bir mücadelenin bayraktarlığını yapmak zorundadır. Gerçi Sayın Birlik Başkanımızın görevine başlarken içinden okuduğu duayı herkese duyurmayı gerekli görmesi (http://www.barobirlik.org.tr/haberler/?sayfa=2) yaşadığımız bölünmüşlüğü gidermede farklı bir yöntem uygulanacağını düşündürmekte ise de görevimiz, sonunda “Yaşasın Adalet.” diyebileceğimiz mücadeleyi sürdürmektir.21.8.2010